otarafa: Why Do You Stay Up So Late? butarafa: THE PICTURE OF EVERYTHING 
Söyleşi

cevap ver  kazımkanat   30/09/05


GODARD ZAGDANSKI'YE KARŞI


Sinema bir "saçmalık" mı?
Son eseri Gözdeki Ölüm'de Stéphane Zagdanski Lumière kardeşlerden 
Matrix'e sinematografik ideolojinin ipliğini pazara çıkarmayı hedeflemiş. En 
sert saldırdıkları arasında bulunan Jean-Luc Godard yazar ile karşı karşıya 
görüşmeyi kabul edince, aşağıdaki diyalog ortaya çıkmış...
Zagdanski'nin kitabının alt başlığı şöyle: "Bakış, baskı, yalan, 
köksüzleştirme, ayartma, manipülasyon, yıkım, kötüye kullanma olarak 
sinemanın Eleştirisi". Bu alt başlığın Guy Debord'a göz kırparken 
bir "savaşçı" tonunu taşıdığı da tespit edilebilir. Tezi ne peki? En rafine 
estetik ürünlerine varıncaya kadar, sinema yırtıcı bir endüstri oldu hep: 
hipnozla ve manipülasyonla ta baştan beri eleleydi. İdeolojik bakımdan 
doğuşu Lumière kardeşlerin icadı değil, İsa'dan önce dördüncü yüzyılda 
Platon'un mağarasıydı --işte bu mağarada kudurgan bir güruh büyüye 
kapılmış gidiyordu. "Sinema kendini sanatın mirasçısı zanneder, ama olsa 
olsa klonlamanın atasıdır, hayat taklidi yapan bir ölüm tekniğidir."  
Zagdanski'ye göre karanlık salonların "mağara atmosferinden" midesi 
bulanan Céline'den "harika ve lanetli büyüleniş"ten bahseden Artaud'ya 
kadar Yirminci yüzyılın bütün büyük yazarları meselenin önemini 
kavramışlardı. Gözdeki Ölüm kitabıyla Zagdanski Batı'da imajın tüm bir 
tarihini hedefliyor ve çok sayıda sinemacıyla çatışıyor: Orson Welles'den 
Wachowski kardeşlere. Büyük sinema teorisyenlerini de esirgemiyor: Elie 
Faure, Gilles Deleuze ve Serge Daney. Anlaşıldığı kadarıyla "sinefili 
ukalalığının daniskası"diye suçlanan Jean-Luc Godard kitabı okuyup 
hoşlanmış ve yazarıyla bir karşılaşma oyununu göze almış... İki saatlik 
diyalog sonunda Godard ile Zagdanski "yeryüzünün en iyi düşmanları" 
olarak birbirlerinden ayrıldıklarını söylüyorlar...

***********************************************************
***********

J-L Godard: Film çekmeye yeni başladığımda filmler üstünde anlaşmaksızın 
çiftler evlenemezlerdi. Bugün ise oğlan Luc Mollet'yi sevebilir, kız ise Bruce 
Willis'i tercih edebilir. Kitabınızın hoşuma gitmesinin nedeni bu. Bu bana 
Cocteau ile Mauriac arasındaki zıtlaşmaları ya da Gerçeküstücülerin Anatole 
France'tan o korkunç bahsedişlerini hatırlatıyor. "Positif"in küfürlerini de. 
Gönülden güldüğüm ve özellikle de çok doğru olan anlar vardı. 
S. Zagdanski: Sinemaya saldırırken Godard'ı esirgeyemezdim. Günümüzde 
s inema sizsiniz. Burada Nietzsche'nin savaş ilkelerini uyguladım, Wagner'e 
karşı kullandığı ilkeleri. Birinci ilke: sadece muzaffer davalara saldırmak. 
Godard ve sinema muzaffer davalardır. 
JG: Bunu isterdim gerçekten ... (gülüşmeler)
SZ: "Bollywood" filmlerinin yenilip yutulduğu Dördüncü Dünya bidon-
şehirlerinden Bresson'un "kaçık enteline" kadar kimse bugün sinemayı 
aşağılamak şöyle dursun sevmediğini söylemeye bile cesaret edemez. 
İkinci ilke: yapayalnız saldırmak. Yetmişli yıllarda, Debord'u bir kenara 
bırakırsak kimse sinemanın ne olduğunu gerçek anlamda sorgulamaya 
kalkışmadı. Olup bittiği "Yeni Dalgacı mısın, karşı mısın"dan başka bir şey 
değildi. Bir başka ilke: kişisel saldırı yok. Özel ad bir bunalımı incelemek için 
bir büyüteç olabilir ancak. Godard tam da "nötr"ün sinemacısıdır, onun ta 
kendisidir dediğimde bu imaja özgü nötrlükten bahsetmek içindi. Bir 
fotoğrafta pozitif negatife denktir. Bu yüzden sinema her türlü 
propogandaya hizmet etmiştir ve Eisenstein gibi bir sinema dehası dehşet 
verici bir rejimin altında sürünebilmiştir. Büyük edebiyatta böylesi düş 
ünülemez. 
JLG: Ayn ı fikirdeyim, ama yine de başka bir şey de olduğunu kabul etmek 
şartıyla... Dostum Anne-Marie Mieville,  sanat olarak sinemaya saygı duysa 
bile orada, içerde sonsuzca hüzün verici bir şeyler olduğunu da söylüyor. 
Esasın derinden bir reddedilişi. Sinema en baştan beridir bir vazgeçişler 
silsilesinden yapılmıştır. Önce teknik meseleler. Kim Novak'la film yapmak 
istenir, serbest değildir. Güneş istenir... Ben her zaman her şeyden 
vazgeçip durdum, ama yine de devam ettim...
(...)
Bir zamanlar Hitchcock ya da Rosselini'nin bir Chateaubriand'a denk olduğu 
düşünülürdü... Ben hiçbir zaman yazmayı beceremedim --bu bir romanın ilk 
cümlesi olsa bile. İşte bu yüzden Gallimard'da kitapları çıkan Astruc ile 
Rohmer'e karşı o zamanlar büyük bir hayranlığım vardı. Matematikçi Laurent 
Schwartz bir hiç olduğu tek bir nokta dışında her noktasında sonsuz olan 
bir eğri tasarlamıştı. Hiç olan nokta, işte, sinemadır. Öteki noktalarsa, 
edebiyat. Ama ikisi de aynı eğri üzerindeler. Ayrıca uzlaşmanın dostla değil 
düşmanla yapılacağını da söylemek isterim... 
SZ: Gerçek bir dost bir klondur, bir işe yaramaz. Zaten dilde olduğu gibi 
varoluşta da sadece sahte dostlar vardır. Hep yabancı bir dil ayırır onları. 
Edebiyat ile sinema arasında olduğu gibi. İlgimi çeken şey imaj ile söz 
arasındaki çatışmanın köklerini yeniden bulmaktı. 
JLG: Kökenlerden gelen bir çatışma, eğer köken diye bir şey varsa. Geçen 
hafta, birdenbire kendime dedim ki annem benim doğumumdan önce hiç 
sesli film seyretmemişti. Kuşkusuz bu yüzden çok geç, ancak beş yaşında 
konuşmaya başlamışım. (Gülüşmeler) Adlarla çok ilgiliyim. Neden acaba 
Amerikalılar kendilerini bütün bir kıtanın adıyla adlandırırlar mesela? 
Amerikalı, bu huhuki bir ad, ama topraktan gelmiyor. Büyük handikapları ve 
bugünkü o karmaşık suçları işte budur. Ayakları toprağa basmıyor. İşte 
belki burundan konuşmalarının nedeni de bu. 
(...)
Çölde küçük taşlar toplayan amcam Théodore Monod gibi ben de cümle 
parçacıklarıyla, cümleciklerle, teoremlerle ilgiliyim... Derrida bir blok alıyor ve 
onu söküyordu. Bense tersini yapıyorum, bulmacalar düzüyorum. Artemis'in 
ayağı, onu şuraya koyuyorum, bakıyorum olmamış. Sonra onu Raymond 
Chandler'a yapıştırıyorum ve diyorum ki kendime, hah işte, burada bir yasa 
olabilir.
SZ: Yahudi düşüncesi mütemadiyen bunu yapar, dağınık parçaları almak ve 
onları çakmaktaşı gibi sürttüştürmek.
JLG: Evet ama yola çıktığı metinden bazı kuşkularım var.
SZ: Tevrat mı demek istiyorsunuz?
JLG: Evet, çok totaliter olduğunu düşünüyorum. sinema borçla doğrudan 
ilişkisi olan bir sanattır. Ben çok küçükken bir şeyi istemem yettiği halde 
çalardım, belki de bu türden şeyler karar veriyor... Bugün bile paradan 
bahsetmeye cesaret edilen ender yerlerden biri... Tevrat'a çok yakından 
bağlı olması muhtemel bir şey var. İbrahim bir ev satın alarak başlamıştı.
SZ: Aksine Tevrat "Torah armağanı"yla bedava vermeyi, bahşetmeyi icat 
etti. Musa altından bir puta tapmaya aç bir halka Torah'ı sundu. Ve de nasıl 
bir put! Güzel bir kadın bile değil, bir buzağı. Hitchcock aktörlerin besi 
hayvanları olduklarını söylerdi, bu bir tesadüf değil. Orada putperestliğin 
göbeğindeyiz --para, ölüm, şeyleşme arasındaki ilişkiler ve sinemanın 
Lumière'lerden Matrix'e kadar yapmış olduğu şeylerden. Sinema yalanın 
tarihinde küçük bir halkadan başka bir şey değildir. Dagerrotipten insan 
klonlamaya kadar koşan bir tarih, özdeşin yeniden-üretiminin nec plus 
ultra'sı. Sinemanın manipülasyon ile de çok yakın bağı var. Oysa edebiyat 
özgürleşmeyle ilgilidir. Musa ve Odysseus ilk edebi kahramanlardır. Hah 
işte, Odysseus zamanını hipnozla, sahteliklerle mücadele etmekle geçirir; 
Musa ise İbranileri kölelikten kurtarır. Sinemaysa, toptan, ezenin 
tarafındadır. ABD'deki ilk stüdyonun adının ne olduğunu biliyor musunuz?  
Black Maria. Bizim "salata sepeti"ne denk düşer. Kotarılmış bir ad, bir vagon 
adı gibi...
JLG:  "Çekim" kelimesi için de aynı şey değil mi? ("La prise de vue" = 
görüntü alma)
SZ: Evet. Ya da Edison'un projeksiyon aygıtının adı için: Panopticon. Bu 
içinde tek bir kişinin, tam merkezde oturup dünyayı gözetleyebildiği bir 
odaydı. Dilde hiçbir zaman tesadüfe yer yoktur. 
JLG: Tamamen öyle, ama yedi metrelik botlarla binlerce kilometre 
katettiniz... bense henüz küçük oyuncaklarımla oynuyorum burada 
(gülüşmeler)... Ezenlerin yanında yer almasına gelince, tümüyle aynı 
fikirdeyim. "Filistin'e Yeniden Ziyaret"inde Elias Sanbar Kutsal Toprakların 
geçmişteki ve bugünkü imajları üstüne yazdı. Yüzlerce fotoğrafçı gitti oraya, 
her şeyi çektiler, yalnız Filistinliler dışında. Onları Batının fethi sırasında 
çekilen fotoğraflardaki Kızılderililerden bile az görmüşüzdür. Önceden 
anlatılanlardan bildiklerini çektiler sadece. Burada dagerrotiplerin efendileri 
edebiyatın köleleri oldukları söylenebilir. İşte beni ilgilendiren bu türden 
şeyler...  (...)
JLG: Ölüm kamplarıyla ilgili olarak, Hannah Arendt gibi biri bile "koyunlar gibi 
oraya götürülmelerine izin verdiler" diyebildi. Bense aksine İsrail'i 
kurtaranların onlar olduğunu düşünmeye başladım. Sonuçta, altı milyon 
kamikaze vardı...
SZ: Ben böyle demezdim.
JLG: Altı milyon kendini feda ederek kurtuldu. Bunun üzerine yapılacak 
filmler hiç yapılmadı...
SZ: Burada sizinle hiç aynı fikirde değilim. Yahudiler ölümle bir feda, bir 
kendini kurban etme ilişkisi içinde değildiler. Bu insanlar, çoğu zaman çok 
inançlı olan bu insanlar hayatla doğrudan bir ilişki içindeydiler. Ama ölümün 
hayattan çok şey götürdüğünü de hissetmişlerdi. Nazizm basitçe çok kötü 
insanların bir kliği değildi --Batı'nın ne olmakta olduğunu ilan ettiler: ölümün 
üstünlüğü.  Oysa hayat ölüme ölümcül bir cevap vermemeli. Tevrat'ın 
Tanrısı şunu der: "Önüne ölümü ve hayatı koydum, hayatı seçeceksin." 
Aksine otobüste kendini patlatan bir Filistinli, çok derinlerde İslam'da kök 
salmış olan hiçlikle ölümcül bir ilişki içinde kalır. Bununla Avrupa 
Yahudilerinin katledilişi asla birbirleriyle karşılaştırılamaz. 
JLG: Bunu yapan bir Filistinli adına konuşamam. Sonra, onları genel olarak 
Araplardan da ayırdetmek gerekir. Ama bildiğim bir şey varsa o da, eğer siz 
İsrailli ben de Filistinli olsaydık hemen şu anda odayı bölmeye girişirdik.
SZ: Sinema fikirlerle çalışır, metaforlarla değil. Herakleitos "Zaman zar 
oynayan bir çocuktur" dediğinde, işte metaforun kalbindeyiz --duyulmadık 
derinlikte poetik bir kalkıştır bu. Sinema buna varamaz, zincirlenmiştir.
JLG: Eh tamam. Bense buna sinema diyorum, neredeyse hiç varolmamış 
olsa bile. 
SZ: Aşılamaz bir nedenden dolayı: bir yazar diriliş eseri yaratır, eti sözü, 
Kelamı ifade eder. İmaj ise tamamıyla ölüm ve yokoluş sürecine batmıştır. 
Bir çiçeğin fotoğrafını çektiğinizde onu zehirlersiniz, öldürürsünüz. 
Sinemanın bütün problemi köklerindeki bu zehiri montaj ile dengelemeye 
çalışmaktı.
JLG: Montaj hiç varolmadı. Hayatı akışa hiç geçiremedi, çok ender istisnalar 
dışında --tıpkı evrimde olduğu gibi. Rimbaud ile Mallarmé gerçek 
montajcılardı. Sinema bunu yapmayı başaramadı. Yine de, çocukça niyetleri 
vardı ama paranın kötü kullanımı yüzünden bunlar çok çabuk yozlaşıp 
gittiler. Sinemanın binde biri yine de kurtarılabilir. Diyelim ki bu sulardan 
kurtarılmış Musa olsun.




Kategori: sinema / film


boşlukları doldurun


bunlara da göz atabilirsiniz:

otarafa: Why Do You Stay Up So Late? butarafa: THE PICTURE OF EVERYTHING 

iletişim - şikayet - kullanıcı sözleşmesi - gizlilik şartları