otarafa: variant butarafa: mayfly
ulus baker

cevap ver  kazımkanat   12/07/07

Bu gece Ulus Baker'i kaybettik.

Ulus, 2 Temmuz'dan bu yana aslen karaciger yetmezligi teshisiyle   
Çapa Tip Fakultesi Hastanesi'nde yatiyordu. Naasi annesinin yanina 
gomulmek uzere Kibris'a goturulecek.

Sevenleri, arkadaslari yarin sabah (Persembe) saat 9 itibariyle Çapa Tip 
Fakultesi Hastanesi bahcesinde toplanacaklar.

geç oldu biraz 


Kategori: diger
cevap ver  spacialcase   12/07/07
dünya tatlısı Ulus'u,
feylozofumuzu...

son seminerlerinden biri...
27 Nisan 2007 tarihinde
NIHAnkara'da (Hollanda
Yüksek Öğretim Enstitüsü)
Ulus Baker'in 'Visual
Thinking' başlığı ile
verdiği seminerin tamamı.
http://www.korotonomedya.net/radyo/index.php?id=33

Ulus'un ardından bir yazı...
Hâlesi vardı onun... 
http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=297

Ve onun yazdığı
yazılardan biri, kimbilir
hangi tarihte, hangi
bağlamda...

Ulus Baker: Kimlik
politikaları dönemine
girdik. 

Kimlik politikaları
dönemine girdik.
Üstelik Türkiyecek,
belki de dünyacak
altüst olmuş bir
kimlikler savrukluğu
halindeyken bunları
ayrı ayrı, üst ve
alt kimlikler diye
tartışmaya davet
ediliyoruz. Kimliği
sürekli kaybedip
durduğum (ve bu
yüzden başım sürekli
belada) bir kağıt
olarak tanımaktan
öteye kendi
hesabımca
geçemiyorum, ama
insanların bu kimlik
derdini de anlamak
istiyorum gerçekten.
Bu yüzden bazı
felsefi-siyasi
kavramları devreye
sokmam gerekli. Bu
yüzden kusuruma
bakılmasın, çünkü
epeydir kavramlarla
düşünmeyi
başaramayan bir
dünyadayız ve
herhalde şu İslami
üst-kimlik meselesi,
Türkiye
Cumhuriyetinin
başbakanı düzeyinde
telaffuz edilmiş
olsa bile bu kavram
falan değildir.
Kimlik, “identitas”
iki şey arasındaki
aynılıktır ya da
benzerliktir.
Aynılık varsa bu iki
şey farklı farklı
değildirler.
Benzerseler ta
baştan onların
farklı farklı
olduklarını
varsayıyoruzdur.
Yani onlara bir
bireylik
atfediyoruzdur.
Afedersiniz ama
mesleğim sosyologluk
olduğu için bu tür
bir mantıki bir
meseleyle uğraşmam
bazılarını rahatsız
edebilir. Ama ne
yazık ki sosyal
bilim ve siyaset
bilimi literatürünün
neredeyse tümüne
yakını bu türden
kavramları (kimlik,
aidiyet, kadınlık,
erkeklik, azınlık,
çoğunluk, etnisite,
globallik, yerellik
vesaire...) ifade
ettiklerine çok bol
gelen, oldukça yoğun
bir tarzda
kullanıyor. İnsanlar
bu yüzden sanıyorlar
ki herkesin derdi
bir kimliğe sahip
olmak, yaşadığı
dünyada kendini bu
kimlikle ifade
etmek, hatta daha da
kötüsü bu kimliği
arayıp durmaya
mahkum olarak
sürekli bir arayışta
yaşayıp ölüp gitmek.

Üstelik bu “kimlik”
denen şeyin bir de
“bunalımı” var.
Yani, bunalıyor. Ya
da belki demek
istiyorlar ki, onu
arayıp bir türlü
bulamazsanız
yandınız, şizosunuz,
depresifsiniz,
paranoyaksınız,
hatta daha da
kötüsü,
nevrotiksiniz
(nevrozu tarif eden
Freud ve
takipçilerinin
psikozlar konusunda
iler tutar hiçbir
şey söylemiş
olmadıklarını
bilerek söylüyorum
bunu). Son tahlilde
ise size “terorist”
ya da “muhtemel
cani” bile
diyeceklerdir. Bu
durumda sizden bir
şey çıkmaz. Bu
kimlik o kadar yüce
bir şeydir ki uğruna
uçaklar binalara
dalış yapar, içki
içenler gettolara
kapatılır, çeşitli
vatandaşlık
hukuklarından
bahsedilir, giderek
herşey akl-ı-selim
birinin artık
tasarlayamayacağı
bir düğüme karışır. 
Ama bilmezler ki
bunalım esas
buradadır: bize bir
kimlik sorunumuz
olduğunu
söyleyenlerin
yarattığı bir
bunalımdır bu.
Kimsenin kimlik
filan aradığı
yoktur, varolduğunca
yaşamak, yemek
içmek, çalışmak,
spor yapmak, müzik
dinlemek istiyordur.
Buna 17. yüzyıl
düşünürleri insanın
“doğal hali”
derlerdi. Oysa spor
yapmak ya da
seyretmek için (bu
ikisinin aynı şeyler
olduğunu söylemek
istemiyorum) bir
kimliğe sahip
olunması, yani
Fenerli Gassaraylı
Beşiktaşlı vesaire
olunmasının
gerektiği gibi bir
varsayım gündelik
hayatımızın üstünde
bir hayalet gibi
gezmekte; müzik ise
öyle “demokratik”
bir şey ki, hakkında
hiçbir tartışma
yapamayacak ölçüde
“herkes kendi
sevdiğini dinlesin,
madem ki
demokratikiz, kendi
alt-kimliklerini,
alt-kültürlerini
oluştursunlar,
bakalım” demek artık
adetten. 
Ciddi bir çıkış
yapmak gerekirse,
insanların “kimlik”
oluşturabilecekleri
farklı farklı
birliktelik tarzları
var. Bunlardan çoğu
fiziki yakınlık,
dolayısıyla
zorunluluk esasları
üzerine kurulmuştur:
birincisi ailedir,
zorunlu evlenme
kurallarına ve
neredeyse mekanik
(üremeye olanak
verdiğince yer yer
organik)
birlikteliklere
dayanır. Özgür falan
değilsinizdir.
İkincisi
komşuluktur, tarih
içinde nedendir
bilmem geliştiği ve
evrimleştiği ölçüde
dinlerin ana kaynağı
ve meşruiyeti haline
gelmiş olan, en
azından aile kadar
fiziki yakınlığa
dayalı bir
ilişkidir. Dinler
bunu hep sevdiler ve
“komşunu sev”
sloganını hep dile
getirdiler. Ama yine
de din savaşları
oldu, çünkü herkes
komşumuz değildi.
Tek farklı
birliktelik tarzı
“dostluk”
olabilirdi, yani
kimlik
siyasetlerimizde en
az önem verdiğimiz
.. Herhangi iki ya
da daha fazla kişi
arasında oluşabilen
ve bireylikleri
ayakta tutan,
yoketmeyen tek
birliktelik tarzı
dostluk değil midir?
“Dost acı söyler”
diyerek dostluğa
katlanmaz mıyız?
Dostluğun bitişi,
üstelik, evliliğin
bitişi ya da
komşunuzu dövmeniz
ya da öldürmeniz
kadar trajik de
değildir. Kendi
yollarınıza
ayrılırsınız, olur
biter. Dostluk
özgürlükte yıkanan
tek ilişki tipidir,
üstelik onu
hayvanlarla,
bitkilerle ve cansız
varlıklarla bile
kurabilirsiniz. Eski
Yunanlılar “marangoz
odun dostudur”,
“demirci demir
dostudur” demiyorlar
mıydı? 
Kimlik Gilles Gaston
Granger adlı bir
Fransız filozofunun
dediği gibi çoğu
zaman “statik”
değil, “jenerik” de
olabilir, ki bu esas
trajedimizdir:
kimliğimi ifşa
ettiğimde artık asla
birey olamam. Mesela
derim ki “bütün
erkekler hıyardır”,
ve bana zorunlu
olarak derler ki,
“işte bir feminist”.
Derim ki, “kadınlara
da güven olmuyor
yahu”, derler ki
işte sana bir
“maço”, bir “hırbo”.
Ve derim ki “Kürtler
...”, “Avrupa...”
vesaire... Bireye
erişmeden telaffuz
ettiğim her tür
genellik... Ama
tuhaftır hep kendi
yargımla yargılanmaz
mıyım? Deleuze ve
Guattari'nin Felsefe
Nedir? kitabında
olduğu gibi, masaya
peynir geldiğinde,
“ama bu peynir
kokuşmuş” derseniz,
birilerinin size
“kokuşmuş olan
sensin, allahın
köylüsü, bu rokfor
peyniri” demesinin
yolu da açılmış
olur. 
Dolayısıyla kolay
kolay birey
olamayız. Telaffuz
ettiğimiz her yargı,
her sözümüz bizi
ortamın ve bağlamın
ama esas önemlisi
cemiyetin ya da
toplumun içinde
belli bir konuma
yerleştirir ki, o
konumda tek başımıza
olsak bile sonuçta
bir gruba üyeyizdir:
burjuva-proletarya,
kadın-erkek,
yetişkin-çocuk,
feminist-maço,
liberal-muhafazakar...
vesaire vesaire...
Önemli olan bunların
adlandırmalardan
ibaret olduğunu
unutmamaktır. Kendi
düşüncelerimiz,
yargılarımız bizi
ayırdediyorlar ama
hep başkalarının
gözünde. Bunu böyle
bırakırsak hep pasif
olacağız ve bu
“kimlik” yargısından
kaçmayı
başaramayacağız.
Üstelik bunun
Tanrısal-uhrevi bir
düzeneğe sahip
olmasına bile gerek
yok. Ama “kimlik
yargısı” dediğimiz
bu halden kaçmak
nasıl mümkün
olabilir? Tabii ki
onu aklımızla yıkıp
parçalayarak...
Ama o zaman herşeyi
tek ve aynı bir
düzleme yaymak,
oradan algılamak,
hissetmek ve bu
duruma bağlı olarak
düşünmek zorunda
değil miyiz? Mesela
bu tarzda düşünmenin
kurucularından
Spinoza “doğa asla
kavimler, milletler,
sınıflar, zümreler
yaratmaz, sadece
bireyler yaratır”
demişti. Her türden
“kimlik” onun
felsefesince bir
“figmens”, bir
“sanı”, hatta daha
doğru çevirelim, bir
“uydurma” idi.
Bayle’ın Spinoza’ya
ilişkin olarak
yazdığı “Hıristiyan
tarzına bürünen
Tanrı onbin Türkü
öldürdü” formülü
enfestir. Ama
“Hıristiyan tarzına
bürünen Tanrı onbin
Türk kılığına
bürünen Tanrı'yı
öldürdü” diyebilmek
şartıyla... 
Bu çerçevede
değinilmesi gereken
bir nokta daha var:
herhangi bir kimlik
tanımlandı diye
varsayılsa ona
muhakkak bir
üst-kimlik de
atfedilecektir. Bu
sosyal bilimlerde
Durkheimcı
denebilecek düşünme
tarzıdır ve buna
göre toplum, sui
generis (kendinden
menkul, kendini
meydana getirmiş
olan, ya da “kendi
cinsinde”),
bireyliğin bittiği,
başka bir deyişle
bireyin kendini
bitmiş hissettiği
noktadan itibaren
başlar.
İçselleştirilmiş ya
da baskıcı herhangi
bir ”yaptırım”
tahayyül etmeye
başladığımız andan
itibaren biteriz,
yani artık
üst-kimliğimizin,
başka bir deyişle
toplumun
alanındayız. Biz
ontik varlıklarız,
toplum ise
ontolojiktir, vardır
ve hep şu ya da bu
ada sahip olan şu ya
da bu toplumdur.
Buna göre mesela
Hıristiyan toplumu,
İslam toplumu,
Fransız toplumu,
Iroquois toplumu,
bütün
farklılıklarına
rağmen hiç değilse
“vardırlar” ve
Durkheim bu varlık
hususunda bize bol
bol metodolojik ve
teorik teminatlar
vermektedir.
Kimlik olunca onun
“bunalımı”da,
yukarıda
değindiğimiz gibi,
kaçınılmazdır. Bir
aidiyet duygusu
olarak kimlik
hissedilmediğinde
“anomi”
(kuralsızlık, nomos
–namus??-- yitimi)
olur ve sonuçta
intihara dek
sürüklenebilirsiniz.
Durkheim bu türden
intihar üstüne
koskoca bir
araştırma
yayınlamıştır.
Yine de birey ile
toplum arasında suni
bir denge vardır ki
onun sayesinde
yaşayabiliyoruz. Hiç
değilse sosyal
bilimler ve
psikoloji keskin
ayrımları
çerçevesinde bizi
paylaşıyor,
üstleniyorlar. Biri
o üst-kimlikle
uğraşırken diğeri
bireylerle
uğraşıyor. 
Neyse, herşeyi
kimliğe bağlamakla
Emile Durkheim
sosyal bilimlerin
inşasına mesela bir
Weber’den ve
Yeni-Kantçılardan
çok daha büyük bir
zarar vermiştir.
Evimizi yurdumuzu
kaybettiğimizi
söyleyip duran bir
Heidegger’den bile
daha fazla... 
Sosyal bilimlerin
bir diğer “kurucu
babası” (terim mazur
görülsün, kimlikle
filan alakası yok,
ama klasik sosyal
bilimlerin akademik
diline yerleşmiş)
olan Gabriel
Tarde’ı, zamanında
Durkheim’la
giriştiği polemiği
kaybederek unutuluşa
terkedilen bir
düşünürü okumuş
olmalarına rağmen
her şeyi
üst-aidiyetlere,
kimliğe, yani
millete, kavme vs.
aktaran ilk dönem
Türk
“sosyologlarını”,
Ziya Gökalp’ı,
Nurettin Topçu’yu da
bugün hala “milli”
olması istenen
kimliğimizi arayıp
dururken okuyup
durmuyor muyuz?
Oysa Tarde
Durkheim’la
giriştiği
polemiklerde
bireyliğin çok daha
karmaşık, çoğul
kimlikli, daha
“--lojik” olduğunu
ispatlamaya
çalışmıştı ve
bireycilikle, hatta
spiritüalizmle
suçlandığında
“hayır, ben bireyin
toplumdan, küçüğün
büyükten her zaman
daha karmaşık
olduğunu söylüyorum”
diyebiliyordu.   
Kimlik öyle bir
varsayımdır ki
ayakta tutulabilmesi
için sonsuz
sorumluluklar,
sonsuz borçlar
üretilmesi ve
bunların üstelik
efektif kılınması
gerekir. Mesela
dinsel bir kimlik
ahireti, daha incesi
Tanrı Yargısını
varsayar. Ruhun
beden öldükten sonra
son yargı gününe dek
varlığını sürdürmek
zorunda olması işte
bu yüzdendir. Ruh,
dolayısıyla,
kimliktir. Ama
ahiret nezdinde
nüfus fazla gelirse
(mesela Protestan
kimliğinin bir
varsayımı), yani
cennet artı
cehenneme
sığışılamıyorsa
artık, ruhlar
yollarını
kaybedecekler,
birçoğu tek bir
vücutta, ama bazen
de biri birçok
vücutta yeniden
mevcut olmaya
girişecektir. Bunun
için Klossowski'nin
fantezi romanı
Baphomet'i okumak
yeter. 
Her durumda
kimliklerimiz
“vatandaşlık
numarası” denen
kağıdın dışında
Müslüman,
Hıristiyan, Türk,
Çinli, Avrupalı
vesaire tipinden
ayrımlayıcı, ya da
“biz insanız”
gibisinden
evrenselleştirici ve
genelleştirici
tipten önyargılardan
başka bir şey
değiller. “Çoğul
kimlikler” kavramı
kullanılarak bu
kısırlık aşılmaya
çalışıldı ama
kimliğin ne olduğunu
tarif edemezsek
çoğulunu asla tarif
edemeyeceğimiz
açıktır, ve hatta
apaçıktır. 
Tabii ki bazı beşeri
halleri kimlik
kavramından uzak
tutabilmek şartıyla:
yaşantılar ve
deneyimler önce
gelir buna göre.
Mesela eşcinsellik
bir kimlik olarak
yozlaşmadan önce bir
yaşantı, bir hayat
deneyimidir. Ama din
de, milliyetçilik
de, kapitalizm de,
hastalık da,
çocukluk da, seks
de... bunların hepsi
de deneyimlerdir,
yaşantılardır,
kimlikler değil.
Bütün bir hayatın
durağan, resmi
basımevinden çıkmış
kağıtlarla ya da bir
televizyon kanalının
dilinin ne olduğuyla
sınırlandığını
sanmak günümüz
siyasetinin temeli
haline geldiyse
hatırlatmak gerekir
ki, istediği kadar
uhrevi görünsün –ya
da öyle sunuluyor
olsun--, istediği
kadar alt ya da üst
olsun, ve yine,
istediği kadar
“çoğul” olsun,
kimlik denen şey
hukuki bir
varsayımdan başka
bir şey değil ve
sosyolojik olarak
hukukun analizinden
öte hiçbir
geçerliliği yok.

 
cevap ver  atifakin02   13/07/07
ölü filozofum, personal jesus'im, gerçekten öldü.
cevap ver  c   14/07/07
susamıyorum.

yaşasa ve ona "personal
jesus" dediğini duysa
nasıl hissederdi acaba?
tanımıyorum kendisini ama
filozof dedin diye dedim,
filozof olduysa jesus
olmak istememiş olmamalı
yada personal olmak...

yüzüme vurma lütfen,
ekmek kapım...
cevap ver  c   14/07/07
atıfa selam
cevap ver  atifakin02   14/07/07
hehe hemen soliim.
ayni evde yasarken de derdim ona abi sen benim personal 
jesus'imsin "neydi su?..." gibi devam eden sohbetler esnasinda o da 
olm jesus camide :) derdi... 
cevap ver  atifakin02   14/07/07
.
cevap ver  kazımkanat   14/07/07
nasıldı atıf aynı evde olmak 
yaşamıyla ilgili bi keç hikayesini dinledim
sen de anlatsana bişeyler

cevap ver  c   14/07/07
atıfa selam
cevap ver  alper   15/07/07
en son ne zaman ekmek oldunuz ve yendiniz kendiniz tarafindan
cevap ver  ander   15/07/07
pztesi akşam saat 20:30
ya da 22de mülksüzler
radyo'da ulus'a özel
bir program yapılcakmış.
http://www.mulksuzler.110mb.com/radyo.htm
cevap ver  kazımkanat   16/07/07
birikim dergisi tanıl bora yazısı 

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=297

necmi erdoğan yazısı 

http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=299

Çarşamba günü Odtü Sosyoloji bölümünde saat 10.00’da resmi bir anma 
toplantısı düzenlenecekmiş 
cevap ver  ander   16/07/07
o zaman şunu yazim:
dönemin ilk dersi
olcaktı, yarım saat
evvelden sınıfa
gitmiştim bişiler
okuyodum vs. bi kaç
metre önümde çapraz
şekilde bi
televizyon vardı ve
üzerine vuran ışık,
kapı nedeniyle
oturduğum yerden
görünmeyen koridoru
yansıtıyordu. derken
koridorun ucunda bi
silüet belirdi.
silüet yaklaştı
yaklaştı ve kapının
orda durdu.
birbirimizi direk
olarak göremiyorduk
ama belli ki
ikimizde televizyon
üzerindeki
yansımadan
birbirimize
bakıyorduk bende hiç
ses etmedim. silüet
kapı eşiğinde
bekledi bekledi
bekledi sonra içeri
girdi. böyle matrak
bişi yaşayınca önce
gireni öğrenci
sandım fakat
ardından konuşmaya
başlayınca ulus hoca
olduğunu anladım.

kendisiyle çok fazla
birşey paylaşma
fırsatım olmadı ama
daha tanışmadan
hatta görmeden öyle
bişi yaşamak hele
karşımdaki ulus hoca
olunca anlatılabilir
birşeymiş gibi geldi
şimdi. :)

bi de ant diilde
ander derseniz
sevinirim.
cevap ver  kazımkanat   16/07/07
ben de sunu anlatayim başkasından duydum ne kadar doğru bilmiyorum

günlerce ağzına birşey koymadan vaktini geçirir
uzunca bir zamandan sonra da bir kangal sucuğu öylece kemirip işine 
koyulduğu olabilirmiş.
cevap ver  atifakin02   16/07/07
.
cevap ver  kazımkanat   17/07/07

cevap ver  c   21/07/07
bir kere uçarken
görmüşler, suyun üzerinde
yürüdüğünü de söylediler...
cevap ver  ander   21/07/07
tom waits şarkısı gib oldu.
cevap ver  c   23/07/07
güzel olmuş o zaman, ben
öldüğümde de biri tom
waits şarkısı gibi
yapabilir umarım gerekli
thread'leri... (irony alarm)


boşlukları doldurun


bunlara da göz atabilirsiniz:

otarafa: variant butarafa: mayfly

iletişim - şikayet - kullanıcı sözleşmesi - gizlilik şartları